Merkez Bankası bir ülkede bankaların bankası konumundadır. Halkın güvencesi, devletin de hem kontrolörü hem düzenleyicisidir. Piyasaların da güvencesidir. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Kanununda da durum, Temel görev ve yetkilerin anlatıldığı 4. Maddede “Bankanın temel amacının fiyat istikrarını sağlamak olduğu” belirtilmektedir. Bankanın bu amacı gerçekleştirmek için uygulayacağı para politikası ve araçlarını doğrudan kendisinin belirleyeceği söylenmektedir.
Son olarak kanunda “hükümetin büyüme ve istihdam politikalarını desteklerken” ibaresi hükümet ile TCMB arasındaki uyuma dikkat çekmek içindir. Bunu ifade eden, kanundaki görev ve yetkilerin tanımlandığı b) maddesi de şöyledir:
“b) Hükümetle birlikte Türk Lirasının iç ve dış değerini korumak için gerekli tedbirleri almak…”
Bu ifade ile TCMB, hem hükümetle işbirliği içerisinde olacak, hem de bağımsız olma gibi bir zorluğun başarılması görevini yerine getirecektirr.
Sürekli faiz silahı ile yürüyen bir Merkez Bankası kısa vadede sonuç almış gibi görünse de orta vadede sistemi kilitlemeye adaydır. Bunun için kurda faiz sopasını kullanan, ülkeye fon çekme konusunda faizi hep bir “yem” haline getirmeye mecbur kalan bir Merkez Bankasının para politikasında tek başına bunu başarabilmesi zor görünmektedir. Bu yüzden faizin yüksekliği sayesinde ya da faizle gerçekleştirilen iyimserliğin uzun vadeli olmasını beklemek yanlış olacaktır. Sağlıksız bünyenin hastalıklara açık olması gibi, bir ülkenin yapısal sorunları da ekonomide istenmeyen durumlara davetiye çıkartacaktır.
Aralık ayı bu yüzden Merkez Bankalarının haftası idi. Bizim Merkez Bankamız, Avrupa Merkez Bankası, Norveç Merkez Bankası faizleri sabit tuttular. Hemen Ardından Trump bir açıklama yaparak, twitlerle FED ‘i markaja almış oldu. Ekonominin tek sorununun FED olduğunu söyleyerek, “piyasa konusunda duygusuz” diyerek, “ne güçlü dolar, ne de ticaret savaşlarını anlamıyorlar” dedi demesine de… FED planına sadık kalacaktı. “WSJ ‘deki makaleleri okuyun sonra likidite daraltmasına gidin, faiz arttırmayın” dedi ve “umarım bizimkiler de arttırmaz” diye de eklemeyi ihmal etmedi ama FED, yaptı yapacağını, faizleri arttırdı.
ABD göstergeleri düzelmeye başladı. Veriler iyi gidiyor. Üretim belirli bir ivmeye ulaştı. ABD’nin bu yeni agresif ticaret politikası Amerikan endüstrisinin işine yaradı. O da şimdilik. .. FED’in son yayınladığı raporlarda “Başkan Trump’ın korumacı politikalarının ABD ekonomisine zarar verebileceği ve işsizliği arttırabileceği” yönünde uyarılar yer almaktadır. Trump’ın endişesi de artan faizlerin enflasyon ve fiyatlar üzerine etkisinin, maliyet etkisi ve ABD ‘nin rekabetine engel olacağı yönünde. Genel görünüm budur…
Türkiye bunun neresinde? Türkiye hala daha jeopolitik risklerin, S400 ve Patriot dengesinin, Suriye konusundaki belirsizliklerin tam da ortasında yer almaktadır. ABD’nin son “çekiliyoruz” hamlesinin arkasında, “siz de çekilin, burası egemen bir devletin toprağı, işgalci olmayın” mesajı vardır. Çekilir mi, elbette çekilmez! Sayı azalır, yer değişikliği yapılır ama tamamen çekilme zaman ister. O zamanda da olanlar olur.
Türkiye, Rusya ve İran ile bölgede bir etki alanı oluşturdu. Odak oldu. Bu ittifak şimdilik ABD’nin hiç de tasvip etmediği bir durum olarak görülüyor. İran ve Rusya’ya benzer bir baskı uygulayamayacağı için, “işgalci” olarak niteleyip ambargoların hedefi haline getirmek ABD’nin kozu olarak görülüyor. İstikrarsızlığın devamı, ABD’nin bölge politikaları açısından “zaman kazanmak” SDG/ PYD/ PKK üzerinden planları gerçekleştirmek açısından önemlidir.
Türkiye, her hal-u karda hazırlıklı olduğu bu konuya “ekonomi” olarak hazırlıksız yakalanmıştır. Ekonomide özellikle borçluluk konusu ve borçların sürdürülebilirliği şimdilik bardağın boş tarafı ile ilgilidir. Borçlanma konusunda maliyetler son 10 senenin maliyetlerini katlamıştır. Yeniden makul faiz ve CDS seviyeleri beklenmektedir. Aksi takdirde yeniden yüksek maliyet, ülkenin temel sorunu olan enflasyonun düşmesine mani olacaktır. Enflasyon motivasyon kırıcıdır. Faizler de bu enflasyonun gerisinde kalamayacağına göre, enflasyon faizleri yukarı doğru itmektedir.
Türkiye’nin borç mes’elesi dünden bugüne iki günlük bir mes’ele değildir. Kırım Harbi ile başlayıp, 165 yılı bulan bir dönemden söz ediyoruz. Borcumuzu 100 yılda kapattık. 1954’te borcumuz bitmişti. Sonra 1980’lerde başlayıp bugünlere kadar önce devlet borcu zirve yaptı; 10 yıldır da özel sektör borçlarını konuşuyoruz.
Özel sektörün nefes alması ve aldırılması gerekmektedir. Üretim devam etmelidir. Bilinen en basit iktisat teorisinde bile üretimin gevşemesi, işsizlik ve talep yetersizliği olarak adlandırılır. Buna fırsat verilmemelidir.
Ekonominin de bu zamanda gerçeklerini konuşmak ile keyfini kaçırmak arasındaki denge kaçmış durumdadır. Uyarıların kendi çapında bir makullük düzeyi ve suret-i haktan tarzı gözetilmelidir. Bunun adı güvendir: iyi olacağına dair güven korunmalıdır.
Kişilere güven, kurumlara güven, siyasete güven, hukuka güven, ticarete güven derken; güven olmadan ülke içinde ve dışında ekonominin başı dertte demektir.
Siyaset büyük oyun kurucudur. Hükümet öncelikle hukuk ortamını tesis etmeli ki GÜVEN başlasın. Etkin işleyen demokratik sistem, siyaset kurumu ve hukuk düzeni toplumsal güven düzeyinin yükselmesine ve refahın yaygınlaşıp gelişmesine katkı sağlayacaktır. Siyaset kurumu sistemin tam ortasında yer alarak, vatandaşlar arası güvenin tesisinden sorumlu olacaktır.
Borcun döndürülmesinde bile bu güven düzeyi özel önem teşkil etmektedir. Aksi halde borcu ödenmediği gibi yenisi de bulunmaz. Tefecilerin bayram etmemesi için bu durum şarttır. Elimizde ne var ne yok satsak da bu borçluluk, sürekli yeni sıkıntıların kaynağı olur. Sadece borcu çevirmeyi düşünmek de üretime mani bir durumdur.