Ekonominin bir türbülanstan geçtiği şu günlerde, olan biteni anlamak ve anlatmak mayınlı arazide dolaşmak gibi. Her an yeni bir veri ile karşılaşıp; “ben demiştim” diye başlayıp “haklı çıkmanın” hazzını yaşamak da var; “Ne yapalım ekonomi bu, ama herşeyin sebeplerini tek tek açıklayabilirim” demek de var… En önemlisi de şu ki: Uzunca bir zamandır, ekonomik olayların bu kadar ekonomi dışındaki aktörlere bağlı olduğu görülmemiştir.
Şimdi internet aracılığıyla aynı koridorlarları paylaştığımız sevgili dostumuz Prof.Dr. Hayrettin USUL, içinde irili ufaklı, ama dümdük “göndermelerin” yer aldığı “Köşe Yazarı Olmak” başlığıyla bir yazı kaleme almış. Tatlı tatlı söylediklerini, onun “güzel görüşüne” vermekteyim; ancak birkaç hususu da açıklığa kavuşturmak gerektiği kanaatindeyim.
Siyaset ile ekonominin yolu sürekli kesişmektedir. Dış politika içindedir: Üstelik dış politika dediğimiz şey ABD ile ayrı, AB ile ayrı; hatta Rusya –İran ve İslam coğrafyası ile apayrı ilişkiler ve değişkenler içermektedir. Güvenlik politikaları ekonominin kalbine yerleşmiştir. Yapısal sorunlara değmeyin gitsin. Türkiye’nin “üç tarafı deniz; dört tarafı düşman” söylemi yeni değildir. İsrail’in güvenliği diye başlayıp, Filistin’den Katar’a gerçekleşen pek çok olay; içeride PKK, güneyde YPG hatta Irak-Suriye üzerinden balkanlara kadar büyük bir coğrafyadaki pek çok hadise, ekonomi üzerinde “kelebek etkisi” oluşturmaya müsaittir.
Bir de içimizdeki Irlandalılar mevzusu var tabii… Habbeyi kubbe yapanlar, yanlış veriler ya da yanıltıcı bilgiyle analiz yapanlar.. Siyaseten mağlup ama ekonomiden puan kapma derdinde olanlar.. Ekonomik bir olumsuzluğu siyasi avantaja çevirmeye çalışanlar ve bundan siyasi bir sonuç umanlar… Panikler… Tepeden tırnağa tedirginler… Limandan ayrılmak için ilk gemiyi bekleyenler… Dahası, eksik bilgiyle yorum kapılarını sona kadar aralayanlar. Saatlerce konuşup sadece zamanımızı çalan ve üstelik üç kuruşluk keyfimize limon sıkanlar…
Sevgili dostumuz Prof.Dr. Hayrettin USUL bilir ki bütün bu yaşananların arasında yaptığımız, “sessiz kalmak” değildir, yazmamak değildir; tarafsız olmak hiç değildir. Ekonomi zaten döviz kuru üzerinden yeterince “sopaya maruz kalmaktadır.” Burada telaşı, paniği, kargaşayı arttırmak ve iktidar sahiplerini “suçlamak” yerine; muktedir olmalarını beklemek en doğal hakkımızdır. Tercihimizin de bu yönde geliştiğini düşünüyorum. Her kesimin kendine göre bir “söylemcisi” olur: Eylemden uzak söylemler… Ama serinkanlı duruşlar, siyaseten değil itidal ve akıl içeren yaklaşımların her zaman etkisi daha fazladır. İrite edilen, ajite edilen her söylem mutlaka bir tepki çekecektir. Yıllar evvel MÜSİAD tarafından hazırlanan İFLAS 1999 raporunu, TÜSİAD’ın rahmetli Faruk Selçuk’a hazırlattığı KAMU HARCAMALARI raporunu görenler, sağlıklı bir söylem üretmenin önemini hatırlayacaktır.
Meseleye çok yabancı değiliz: Herkes duymak istediği sözleri bekliyor. Duymak istediklerini alkışlıyor. Kitleler alkışı seviyor. Onlar alkışladıkça beğeniyor. Alkışlar kalabalıkları çekiyor. Çok dinleyicisi, çok takipçisi olan doğru ve haklı yerine konuluyor. “Ağır abiler” hep son sözü söylüyor. Şimdi böyle bir zamanda yapılan yorumların elbette kendine göre zorluğu olmaktadır. Bazen sessiz kalmak, olacakları gözlemlemektir. İyimserlik, kabullenmek değil, yıkıcı olabilecek etkilerin hasarını azaltmaktır. Belki en fenası, alternatiflerin daha da ümitsiz vak’a olma olasılığıdır…
Sevgili dostumuz tarımsal desteklerin önemini, tarımsal nüfus ve üretim üzerinden aktararak, kendi kendine yetebilen bir ülkenin ithalata bağımlı olmasını, “un bile ithal ediyor olmamızı” eleştirmektedir. Şu bir gerçek Türkiye’de tarımsal alanlar daralmakta üretimde verimlilik artmaktadır. 1975’te 40 milyon olan ülke nüfusu bugün ikiye katlanmıştır. Ancak tarımsal alanlar büyümemektedir. Nüfusun %15’ine kadar da etkisi olacak turist ve mültecileri de eklediğimizde, gıda talebinin artmasının bir realite olduğu görülecektir. Makarna sektörü dünyada ilk üç arasında olan bir sektördür ve 150 ülkeye ihracat yapar haldedir. Haliyle hammaddesi olan unun ithalatı kaçınılmazdır. Hayvancılık konusu ise tam bir strateji gerektiren bir alandır. Mevcut yapı ile Türkiye’nin et ihtiyacının karşılanması mümkün değildir. İthal et ise sürdürülebilir olmadığı gibi çeşitli yeni sorunlara gebedir. Hayvancılığın meskeni dağlardır ve dağların güvenliği sağlandıkça hayvancılık gelişecektir. Bunun da bir eylem planı mutlaka olmalıdır.
Elbette bir ülkenin ekonomik olarak büyümesi kadar, sosyo-kültürel açıdan da büyümesi hayati önem arz etmektedir. Önümüzde bir Hindistan örneği var. Yaklaşık 20 yıldır, ortalama %7 büyüyen bir ülke. Teknoloji düzeyi yüksek, son model cep telefonları da kullanılıyor, üretilip satılıyor, amaaa… Ama Mumbai dahi dünya kirlilik ortalamasının altı katı civarında hava kirliliği yaşıyor. Herkeste teknoloji var, ülkede üst düzey üretim var. Hepsi o kadar. Sadece teknoloji kullanıyorlar, gerisi yok…
Hindistan’dan kastım, her şeyin, teknolojik üretim demek olmadığını söylemek içindir. Türkiye’nin büyüme ile başlayıp, gelir dağılımının dengelenmesi, eşitlik ve adalet gibi pek çok yapısal önceliği de sıradadır. Bütün bunlar siyaseten çözülecektir. Seçimler ve halkın iradesinin sandığa yansıması gerekmektedir. Bu yüzden siyasi parti programları önemlidir. Bu yüzden yerel yönetimlerde seçim manifestoları daha bir önemli hale gelecektir. 2019 bu anlamda belediyelerde de vaadlerin sınırlarının görülmesi açısından önemlidir.
Son olarak sevgili UsuL üstadımızın eleştirilerini de dikkate alarak, 13 Eylül tarihli Merkez Bankasının güncel toplantısına değinelim. Herkesin adeta miladı olan bir gündü, dün. O gün de geldi-geçti sonunda. Her şey Perşembe mesai bitimine kadarmış. Sonra sosyal medyanın bütün cevvalleri de fabrika ayarlarına döndü: Günün trend topiklerinden bunu gözlemlemek mümkün. İki gündür ne Trump var gündemimizde ne de Pastör!…
Önce 13 Eylül Perşembe’ye bakalım, Çarşambası belli olan Perşembe’ye… Başkan peşinen “faiz arttırımı” konusunda fikrinin değişmediğini söyleyerek, duruşundaki kararlılığı sergiledi. Sabah saatlerinde sakin olan döviz bu açıklama üzerine, faiz arttırımı olmayacağı düşüncesiyle, dolar 40 kuruş kadar yükseldi. Yerliler döviz bürolarında kuyruğa girmişti çoktan. Beklenti, “Faizler sabit kalacak; doların bugün 7, Cuma 8, yılbaşına da 10 TL” olacağı yönündeydi. Faiz arttırımı gelince, tersine bir hareketle dolar kurunda 6,00 TL seviyesine kadar düşüş baş gösterdi.
Evet… Merkez Bankası bildiğimiz bütün zamanların en büyük faiz arttırımını bir batında gerçekleştirmişti. Tahminlerin hepsi tutmuştu: beklentiler “faiz artmayabilir ya da 700 bps olarak da artabilir” gibi çok geniş bir yelpazede idi. Şaka gibi ama 10 kadar uzman arkadaşımızın dahi ortak bir tahmini yoktu. Bizim ortak bir öngörümüz olmayan bir konuya elin gavuru(!) nasıl dalsın girsin? Nihayet Merkez’in faizleri 625 bps yükseltmesi ile politika faizi 17,75’ten 24’e çıktı. Merkez bu defa gerçekten şaşırtmıştı. Şaşırdık mı? Evet. Şaşırtmalı mıydı? Hayır!… Ekonomi politikasında belirlilik ve öngörülebilir olmak esastır. Merkez’in bu hamlesine “okkalı bir hareket” denebilir.
Ülke örneklerine bakıldığında, iş işten geçtiğinde yapılan faiz arttırımlarının, ülkeyi bir “faiz ekonomisi” haline çevirdiği görülmektedir. Arttırımların sonu yok. Art arda gelen arttırımlar narkoz etkisi oluşturur. Önemli olan narkoz süresince gerekli ve yeterli adımların atılması ve önlemlerin alınmasıdır. Bu durum derhal bir plan ve program gerektiren bir durumdur. Plan dahilinde arttırım ya da faiz indirimleri olacaktır. Aksi takdirde narkozda ölene kadar bekletmenin de bir mantığı ve oluru yoktur.
Ekonominin kur-faiz ve enflasyon göstergelerini iyileştirecek uzun vadeli bir dönüşüme ihtiyacı var. Bunun da stratejik bir eylem planı ve orta vadeli bir programla gerçekleşmesi mümkün. Türkiye dış siyasetinin yoğunluğundan, yakını riske atma tehlikesini yaşamaktadır. “Güvenlik ve varlığı tehdit” sorunu çözülmeden hiçbir şey olmaz, kabul. Ekonomi de sonuçta yönetimin bir parçasıdır. İktidarın odağını kaybetmeden, kendi uzmanlarıyla bir program oluşturup, derhal halkın karşısına çıkması gerekmektedir.
Aksi takdirde Arjantin örneğinde gördüğümüz gibi, bir gecede 15 puan (1500 bps) artan ve %60 ‘a ulaşan faiz, ekonomi için sadra şifa olmayacaktır. Yeni faiz arttırımları zorunlu hale gelecektir. Ekonominin patronu Merkezdir… Bağımsızdır… Olmalıdır… Teori bunu söylüyor… Faizi Merkez belirler. Piyasa istedi diye ne faizi arttırması, ne de düşürmesi olamaz. Ancak ne yaparsa yapsın bir politikası, açıklanabilir gerekçeleri ve fiyat istikrarını teminat altına alacağının bir taahhüdü olmalıdır.
Daha dün gibi: 2017 güle oynaya bitti, büyüme %7. Ardından 10 yıllık tahvil faizlerinde durum: 2018 yılbaşında %11 olan faizler, Ağustos’ta zirve yapmış, %21 olmuş. “Ne oluyor?” demeye kalmadan bir de risk primlerine bakalım?
Bu CDS’ler geçmişi de dikkat çekici: 2013 yılbaşında 120, Gezi olayları sonrası 240, 17/25 sonrası 250 puana kadar çıkmış. Haliyle ekonominin, siyasi istikrarsızlık dönemlerine nasıl tepki verdiğinin en iyi örneklerinden.
Şimdi 2018 yılbaşında CDS’ler 170, 13 Ağustos’ta 570, 13 Eylül Merkez Bankası kararı sonrası 470 olmuş… buna can mı dayanır? Yılbaşından bu yana risk primimiz %5 artmış durumda…
Ekonominin bu kadar değişik tepki vermesi sürekli yüksek ateş yaşayan çocuğun durumu gibidir. Havale geçirmesi an meselesi olur, her havalenin de zarar ve kayıpları olacaktır. Bu yabancı yatırımcı için olduğu kadar yerli yatırımcılar için de önemli bir bekleme ve pozisyonunu koruma gerekçesidir.
Evet son sözümüz şu olsun, “ekonomi öngörülebilirliği ister, belirsizliği sevmez” sözleşmeler yapılıyor, fiyat oluşuyor, teklifler veriliyor… bu kadar iniş çıkışların olduğu yerde “karambolden kazançlar” olsa da sağlıklı ve sürdürülebilir değildir. Ekonomi yönetimi, adı ne olursa olsun, etkin bir eylem planı, 100-500 günlük stratejilerle, OVP veya başka bir isimle, daha makro planlarla hal ve gidişatı yönetmeli, olan bitenler hakkında sürekli ve düzenli bilgilendirme yapmalıdır.
Bu türbülanstan çıkış için düzenli bilgi akışı şarttır.