Ülkelerin ekonomik olarak saldırıya uğraması eskiden beridir olan bir şeydir. Ekonomisi “meyve verir” hale gelen bütün ülkeler başkalarının iştahını kabartmaktadır. Döngü daha çok borç mekanizması üzerinden çalışmaktadır. Önce ülkeye sermaye girişlerine yönelik engellemeler ortadan kaldırılır. Sonrası kolay…Borsa ve sermaye piyasaları, döviz ve faiz gibi enstrümanlar üzerinden işlemler gerçekleştirilir. Buna emtia ve kıymetli maden işlemleri de eklendiğinde “çayın taşı bayırın kuşu” bir araya getirilir “operasyon” tamamlanır.
Reklam ve tanıtım giderleri işletmeler için nasıl rutin bir gider haline dönüşmüşse; gelir getirici ve sermayenin verimliliğini arttırıcı işlemler de bu meyanda değerlendirilebilir. Bunun ahlaki ya da ekonomik doğrularla değerlendirilmesini beklemek biraz safdillik olacaktır. Kavram, kelimenin tam anlamıyla “operasyon”a dönüşür. Bu halkanın bir ucunda rüşvet, öteki ucunda gayr-ı menkul devirleri/satışlar bulunmaktadır. Bu devir ülkenin birikimlerinin devri demektir. Fabrikalar, uçsuz bucaksız araziler, ve dağ başından denizlere kadar taşınmazlar bu kapsamdadır.
Eko- Terör’ün en sevdiği ortam belirsizliktir: yönetemeyen demokrasi, istikrarsız ekonomi ve insiyatif alamayan bürokrasi…
7 Haziran seçim sonuçları ile ortaya çıkan durum, bu anlamda Türkiye’yi ekonomik saldırılara açık hale getirmiştir. Sonuçta ülke iktidarsız kalmamış olsa da “geçici” olduğu her halinden bellidir ve o da geçip gidecektir. Nihayetinde Türkiye tekrar bir seçim sürecine girdi. “Bu kadar olsun, dert değil seçim değil mi, tekrar yapılır bu bir demokrasi şöleni” derken bu defa fiili terör başladı. Ve ülke güvenliği, öncelikle güvenlik güçleri, teröre maruz kaldı.
Kısa vadeli hareketler ve olumsuzluklar, siyasi belirsizliğin ortadan kalkmasıyla değişebilir. Ekonomideki uzun dönem hedeflerin gerçekleşmesi için güvenlik ve iradeli bir siyasi iktidarın varlığı şarttır. Ancak belirsizlik sürecinin devam ettiği dönemde dahi demokrasi ve hukukun üstünlüğünden vazgeçilmemelidir.
Siyasetin de ekonominin de kendine göre riskleri vardır. Ancak siyasetteki yeniden yapılanma ve yönetememe sorunu ekonomiyi doğrudan etkilemektedir. Belirsizlik ve güvensizlik arttıkça, “paranla dahi rezil olma” kaçınılmaz hale gelebilmektedir. Üreticinin istediği malı bulamaması, istediği işçiyi temin edememesi, malını transfer ettirememesi başlıca sorun haline dönüşebilmektedir.
Papatya falı misali “arttıracak-arttırmayacak” çekilişine dönen FED’in faiz artışına gideceği söylentisi dahi ekonomileri hareketlendirebilmektedir. Sonuçta gelişmekte olan ülkelerdeki faiz politikalarını da artıracağı ve o ülkelerden sermaye kaçışı yaşanacağı her zaman konuşulmaktadır. Bunun spekülatif bir atağa dönüşmesi faizleri ve kuru tetikleyebilmektedir. Olumsuzluğun pompalanmasının doğal sonucu beklentilerin de tersine dönemsidir. Bunun için bir uzman, bir yorumcu hatta bazen bir gazeteci bile yeterli olabilmektedir. Bunun adı tek kelimeyle EKO-TERÖR’dür.
Ülkeler de böyle bir durumda savunmasız ve ekonomik terör saldırılarına açık hale gelebilmektedir. Ani sermaye giriş çıkışları, ülke içinde döviz ve faiz yönlü ataklar ve en önemlisi ülkenin uluslararası itibarı hedeflenmektedir. Bu ayak kredi derecelendirme kuruluşları tarafından yönetilmekte ve ülkenin riskli olduğu ve ekonomisinin de açmazlarda olduğu söylenerek hatta çeşitli basına açık ve kapalı toplantılarda ülkenin “bitik” olduğu açıklanarak borçlanma, dolayısıyla sermaye maliyeti yükseltilmektedir. Bunun sonucunda “yatırım yapılamaz” damgası yiyen bir ülkenin önünde “ak günler” olduğu söylenemez.
Bu yüzden ülkeler kurtuluş savaşlarını iki cephede sürdürmek zorundadır: ilki, bildiğimiz ülkenin varlığına göz diken cephe savaşları; öteki ise ekonomik kurtuluş savaşı.. bunun enstrümanlarını izlemekteyiz. Türkiye bugünkü durumuyla maruz kalmakta, saldırıya açık hale gelmiş bulunmaktadır. Özellikle tasarruf seviyesi ile riskli grupta yer alan bizim gibi bir ülke, her zaman tehdide ve saldırıya açık demektir. Başkasının tasarrufu/parasına muhtaç bir ortam oluşmuşsa bunun da bir bedeli olacaktır…