Türkiye’de Cumhuriyet kurulduğundan beri, güvenlik konusunda söylem üretme, daima sivil-askeri bürokratik elitin tekelinde kalmıştır. Türkiye‟nin “milli güvenlik” tanımı, bu tanımı üretenler dışındaki aktörler tarafından neredeyse hiç sorgulanmamıştır. Bu geleneksel söylem ayrılma ve toprak talebi olur endişesine dayanmaktadır. Bir de sıkça dile getirilen Jeo-politik konum var ki daha fazla öne çıkarak toprak kaybının önüne geçme eğilimindedir.
İngiltere’nin AB’den çıkmasına sebep olan, neredeyse bütün referandum kampanyasının temel sloganı olan “76 milyonluk Türkiye Avrupa’da” dövizlerine ne demeli? Nüfus, ekonomik anlamda güçtür. Hele dinamikse, gençse başkalarının korkulu rüyası haline gelebilir. Böylece başkalarının kolayca at oynatmasına engel olabilecek bu güce fırsat verilir mi sorusu akla geliyor. Belki bütün bunlara ilave olarak bir de stratejik bir ürüne sahipse o ülke; başka ülkeler açısından korku ve endişenin kaynağı oluverir. Stratejik ürün bir buluş ya da bir ham maddeye sahip olmak, belki bir geçiş güzergahı üzerinde olmak şeklinde görülebilir. Bu durum sahip olan açısından avantajı simgelerken; rakipler nezdinde de eksiklik ve muhtaçlığı temsil etmektedir. Dolayısıyla güvenliğin ülke içi kadar dış aktörlerin davranışlarına bağlı gelişmesi dikkat çekicidir.
Türkiye’nin, İmparatorluk bakiyesi algısı Sevr Antlaşması‟ndan bu yana aşırı tedbire odaklanmış durumdadır. Yayılan ve hızla büyüyen bir güçten, duraklayan ve gerileyen bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı, özellikle son 300 yılına büyük güçlerin düşmanlığı tezini yerleştirmiştir. Buradaki güvenlik duygusu da İkinci Dünya Savaşı sonrası bütün kurumlarıyla batı kulübünde yer alma ile sonuçlanmıştır. NATO ‘nun da dahil edildiği bu süreç, güvenliğin hep gündemde olmasının delilidir. Topraklarında gözü olan “Büyük Güçler” fobisi yeni değildir. Osmanlıdan başlayan toprak kayıplarıyla, hep bir geri çekilme korkusu ve “nereye kadar?” endişesi bu tarihsel arka planla birleşmiştir. “Ver kurtul” şeklinde söyleniveren sloganlar da bir tür “Sevr Fobisi”ne (Sévresfobia) yol açmıştır.
Türkiye siyasi ve fiziki konumu gereği, sunduğu fırsatlar yanı sıra riskler de içermektedir. Milli güvenlik söyleminin ve uygulamalarının “devamlı tetikte olmasını gerektiren” bir ülkenin güvenliği belirli bir dinamizm de içermektedir. iki kutuplu dünyanın çözülmesi, SSCB’nin tarihte bir devlet haline gelmesi, Balkanlarda yaşanan değişim, Sovyetler’in dağılması ve buna bağlı olarak yeni devletlerin ortaya çıkması, Yugoslavya’nın çökmesi, Bosna’da yaşanan savaş, Irak’ın Kuveyt’i işgali ve ardından yaşanan Körfez Savaşı, Orta Doğu‟da barış sürecinin çökmesi gibi temel gelişmelere, Suriye ve Irak’ın bölünme süreci eklenmiştir. Zamanında Sykes-Picot tarafından oluşturulan sınırlar başka memnuniyetsizliklere de yol açmıştır. Bütün bu gelişmeler, hep Türkiye’nin yanı başında cereyan ederken amaç, ülkenin ve yönetimlerin yenide dizayn edilmesidir.
Bernard Lewis’in Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan gücü tanımlarken söylediği gibi, “ülkeyi düşmandan kurtaran, Cumhuriyet’i kuran irade onu kendi haline bırakmayacaktır.” ifadesi orduyu dominant olarak en üst seviyeye oturtmaktadır. Hele ki cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren özellikle dış politika ve güvenlik alanlarını elinde tutan sivil-askeri bürokratik elitler uzun vadeli bir “güvenlik yoğun” sürecin temelini atmışlardır. Burada başat aktör “ordu”dur. Milli mücadelenin asker kökenli kadroların önderliğinde gerçekleştirilmesi ve ardından yeni devletin bu kadro tarafından kurulması, hem toplumsal yaşamda ordunun kurtarıcı rolünün öne çıkmasına hem de bunun resmi söylemde vurgulanmasına sebep olmuştur. Bu yüzden 1960, 1971 ve 1980 yıllarındaki darbelerde halk, ordunun müdahalesinin yanında yer almıştır.
Türk toplumu “asker millet”, “ordu millet” tanımlamalarına uygun bir demokrasi süreci de yaşaması sebebiyle, geçmiş yıllardaki “darbe” yoluyla yönetimin ele geçirilmesi ve demokrasinin askeri yöntemlerle ortadan kaldırılmasına hemen hiç tepki vermemiştir. Orduyu ayrıcalıklı bir konum kazandıran bu durum ordunun veya temsil ettiği gücün yüceltilmesi ile ilgilidir. Ancak 15 Temmuz darbesi çaresizliğin değil “keyfiliğin” önünü açması nedeniyle halk nezdinde bir karşılık bulmamıştır. Gelişmenin temeli, kurumların yaşayabileceği ortamın sunulmasıdır. Bu ortam uygun olduğu vakit sanat, siyaset, ekonomi ve ticaretten her birinin geliştiği görülecektir. Çözüm, bunların gelişebileceği güvenli ortamın sunulmasındadır.