“Coğrafya kaderdir”… böyle demişti ibn Haldun. 700 sene öncesinin bu iki kelimelik mesajı zamanı, mekanı ve hayatı anlamada önemli iki kelime oldu. Nerede doğacağını seçme şansı olmayan milyarlarca insan içindeyiz. Yıllarca şampiyonluk kupaları ve madalyaları kazanıp, büyük başarılara imza atan bir sporcunun, bu gururla dolu geçmişine bakıp; şimdi yakalandığı amansız hastalık için “Tanrım!… neden ben?” dememesinin naifliği gibi bir şey bu sanki. O günlerde sormadığı, aklına bile getirmediği, bu soruya bugün cevap aramaya çalışmaması gibi…
Yeniden Milletlerin Zenginliği’ ni yazan Guy Sorman’ın bir Arjantin vatandaşı için yaptığı tanım şöyledir: “Arjantin’de doğmuş, İspanyolca konuşan, kendini Fransız zanneden, Paris’te yaşamak isteyen fakir bir köylü…” Burada, bedenen yaşadığı toprakların ve bulunduğu coğrafyanın çok ötesinde bir hayatı özleyen, aklen ve fikren orada olmayı arzulayan insanlardan söz edilmektedir. Fiziki olarak yaşadığı topraklara duygusal bağı olmayan insanlar. Başka yerlerde kendini bulan, başka coğrafyalara meftun insanlar…
Bosna-Hersek’e gittiğimizde şoförlüğümüzü yapan savaş gazisi, İngilizce konuşma ısrarımıza, elini göğsüne koyarak tepki vermişti: “Ben Türk, ben Müslüman, ben Boşnak abi! Benle Türkçe konuş abi!.. ” derken bütün beden diliyle, yüreğiyle bu sözleri söylüyordu. Neydi ona bu sözleri söyleten? Hangi saik onu böyle heyecanlandırabilmişti? Öyle ki kendini 1500 km ötedeki bir coğrafyaya “aidiyet” hissedebiliyordu. Benzer bir tepkiyi Lübnan’da yaşayan Ermenilerde görmüştük. O bölgede Türkiye’den göçmüş çok sayıda Ermeni’ye rastlamak mümkün. Hatta kimisi hala dilini bilmedikleri bir ülkenin (Türkiye’nin) vatandaşı. Hiç gitmemişler, görmemişler ama “ben de aslında Türk’üm biliyor musun?” diyebiliyorlar. “Osmanlıyız biz” diyorlar. Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’nın, Kudüs dışındaki her müslüman için ayrı bir önemi bulunmaktadır. Filistin’de hala Türk Bayrağının önünde Cuma Hutbesi okunmaktadır. Camide hutbe okunurken arkada bir bayrak olmasının tek açıklaması “gönül bağı” olsa gerek. Bu yüzden olsa gerektir ki Çin’in Doğu Türkistan’da özellikle Kaşgar’da, 2010 yılından beri yürüttüğü kentsel dönüşüm çalışmaları adı altında, yok edilen kentin İslami ve tarihi kimliği içimizi sızlatıyor, yüreğimizi burkuyor. 2011’de, 1000 yıldır Kaşgar’ın incisi sayılan Abdulkerim Satuk Buğra Han döneminden kalma tekke yandığında; tarihi ve kültürel miras bir şekilde(!) yok edildiğinde bu yıkımlar bizim duygusal coğrafyamızda derin izler bırakmaktadır.
Vatanın sınırları, vatanın tarifi insanların duygularıyla, hissettikleriyle, coşkuları ve tutkularıyla genişliyor. Elbette hüzünleri ve acıları da bu sınırları pekiştiren unsurlar arasında. Türkiye bugün harita üzerinde işaretli sınırların çok ötesinde bir duygusal sınırlara ulaşmış durumda. Kıbrıs’ı söylemeye bile gerek yok ama “Adriyatik’ten Çin Seddine” bir duygusal coğrafya doğal olarak oluşmuş durumdadır. Jared Diamond’un “Tüfek, Mikrop ve Çelik: İnsan Topluluklarının Yazgıları” adıyla Türkçeye çevrilen kitabında coğrafyanın toplumları etkilediği kadar, kültürlerin de coğrafyaları genişletip büyüttüğünden söz edilmektedir. Coğrafyaya farklı gözle bakışın bir örneği olan salt “menfaatlenme” duygusu burada sorgulanmaktadır. Diamond’un Papua Yeni Gine’li politikacı Yali ile olan diyaloğu ve o topraklara 200 yıl boyunca hükmeden ve o bölgeyle hiç bir ilişkisi olmayıp sadece hammedde için gelenlerin tavrı yansıtılmaktadır. Yali’nin, kendilerinin iliğini kemiğini sömüren Avrupalıların, güç ve teknoloji alanlarındaki gözle görülür farklılıklarını sorgulamasıyla başlar kitap. Bugün ortaya çıkan “bunca farklılığın hiçbirinin nedeni Avrupa insanının herhangi bir genetik üstünlüğüne dayanmamaktadır.” der. Ve Avrupa kendine ait olmayan, herhangi bir bağı da olmayan bu coğrafyaya gelmiş, alacağını almış ve evine dönmüştür. Avrupa için Papua Yeni Gine bu kadardır. Papua Yeni Gine’liler için de Avrupa daha fazlası değildir ve ve birbirlerinin duygusal coğrafyasında yer almamaktadırlar.
Türkiye’ye gelince… Bugün Türkiye yeniden “duygusal coğrafya”sının farkına varmıştır. Bu coğrafyayı el üstünde, göz önünde tutan yönetime de fırsat vermiş, ilişkiye ve ilerlemeye kapı aralamıştır. Ülkemizin bu duygusal coğrafyadan kopması mümkün gözükmemektedir. Sadece yılların araya girdiği gecikmelerle gelinen bugünkü noktada, Türk dış politikasını “stratejik derinlik” olarak tanımlayan bir başbakan yönetimdedir. Bütün işler hele ki yeni ve üzerinde yılların ihmali birikmiş işler için, şairin cevabını bilerek sorduğu “Binbir başlı kartalı, nasıl taşır kanarya?” sorusu hatırlardadır. Nüfusu, ekonomisi, siyasası ve yetişmiş insan gücü ile “Erdemliler Toplumu”nu hedefleyen bir yönetim, ülkemiz olduğu kadar “Duygusal Coğrafyası” için de bir umut olabilecektir. Zaferlerin peşi peşine sayıldığı, takvimlerin 29 – 30 Ağustosları gösterdiği, zaferler ayı Ağustos’u, güzel bir içsel motivasyon unsuru olarak görmekte fayda var. Yeni yönetim büyük umutlarla işbaşı yapmıştır. Başarılı olması dileğin çok ötesinde, tek kelimeyle “murad” tır…